(Paris) – İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (Human Rights Watch - HRW) bugün yayınlanan ve geçtiğimiz yılın olaylarını gözden geçiren 2018 Dünya Raporu’nda belirtildiğine göre, insan hakları ilkeleri için mücadele etme azmini gösteren siyasi liderler, otoriter popülist gündemlere ket vurabildiklerini gösterdiler. Böyle liderler, seferber olmuş bir kamuoyu ve etkin çok taraflı aktörlerle el ele verdiklerinde, insan hakları karşıtı hükümetlerin yükselişinin kaçınılmaz olmadığını gösterdiler.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, bu yıl 28. defa yayınladığı 643 sayfalık Dünya Raporu’nda 90’dan fazla ülkedeki insan hakları uygulamalarını gözden geçiriyor. İcra Direktörü Kenneth Roth, rapora yazdığı giriş makalesinde, azınlıkları öcü gibi gösteren, insan haklarına saldıran, demokratik kurumların altını oyan politikacıların karşısında durup, onları güçlü bir şekilde geri püskürten liderlerin, popülistlerin ilerlemesini engelleyebildiğini söylüyor. Ancak ana akım politikacılar nefret ve dışlama mesajlarına teslim olduklarında, otoriter popülistler de serpiliyor.
Roth, “geride bıraktığımız yıl, demagogların ve onların istismarcı politikalarının sunduğu tehditin karşısında durup bu tehditi geri püskürtmenin önemini gösterdi. Marjinalize edilmiş grupları herkes için korunan haklardan mahrum bırakarak kendilerine siyasi avantaj sağlamaya çalışan liderlere karşı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde dile getirilen ilkeleri güçlü bir biçimde savunmak, 2018 yılında 70. yıldönümünü kutlayacağımız bu bildirinin gereğini yerine getirmenin en iyi yoludur,” diyor.
Roth demagogların, küreselleşme ve teknolojik ilerlemeler nedeniyle ortaya çıkan ekonomik yer değiştirme olgusunu ve eşitsizliği, hareketliliğin giderek arttığı bir dünyada ortaya çıkan kültürel kaymaların yarattığı korkuları ve terör saldırısı tehdidini yabancı ve islam düşmanlığını körüklemek amacıyla kullandıklarını söylüyor. Demagoglar, insan haklarının merkezinde yer alan kapsayıcılık, hoşgörü ve saygı gibi değerlere karşı cepheden bir saldırı başlatmış durumdalar. Böylesi otoriter popülistler demokrasinin, yani insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkesi ile sınırlandırılmış seçilmiş hükümetlerin yerine, çoğunluğun ne arzu ettiğine ilişkin kendi çıkarlarına hizmet eden kendi yorumlarını geçirmeye çalışıyorlar.
Yabancı düşmanlığını körükleyen popülizme karşı başarılı olmuş direnişlerin en iyi örneğini Fransa sundu. Buna karşın Avusturya ve Hollanda’da merkez sağ partilerin liderleri seçim yarışlarında yabancı, göçmen ve müslüman karşıtlığına dayalı bir tavır benimseyerek istismarcı popülist politikaların ana akımlaşmasına neden oldular. Oysa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron daha farklı bir yaklaşım sergileyerek, demokratik ilkeleri kucakladı ve Milli Cephe’nin Müslüman ve göçmen nefretine dayalı kampanyasına güçlü bir şekilde karşı çıktı. Sonuçta kazandığı zafer, Fransız seçmenlerin Milli Cephe’nin bölücü politikalarını büyük bir çoğunlukla reddettiğini gösterdi. Şimdi Macron’un karşısındaki en büyük sınav vaaz ettiği ilkelere uygun bir yönetim sergilemesi. Macron’un göreve geldikten sonraki ilk bir kaç aylık karnesi, hem uluslararası hem de ulusal alanda, karışık mesajlar veriyor. Özellikle Macron’un özellikle terörle mücadele politikası ve Çin’e yaptığı sessiz seyahat kaygı uyandırıyor.
Birleşik Devletler’de Başkan Donald Trump’ın seçilmesi ve onun göçmen karşıtı, ırk bölücülüğü yapan ve uyuşturucuyla mücadele yanlısı politikaları, insan haklarının yaygın bir tabanda yeniden teyit edilmesiyle ve bu tür politikalara karşı kitle örgütlerinin, sivil toplum gruplarının, gazetecilerin, avukatların, yargıçların ve hatta Trump’ın kendi partisinden seçilmiş üyelerin yaygın muhalefetiyle karşılandı.
Popülist otoriter hükümetler Orta Avrupa’da da direnişle karşılaştılar. Polonya’da hükümetin hukukun üstünlüğü ilkesinin ve yargı bağımsızlığının altını oyma çabaları, geniş çaplı kitlesel protesto eylemleri ve Avrupa Birliği ile Avrupa Konseyi’nin sert eleştirileriyle karşılandı. Macaristan’da AB’nin dava açma tehditi ve uluslararası kınamalar, hükümetin Orta Avrupa Üniversitesi’ni (Central European University - CEU) kapatma planlarını karıştırdı ki söz konusu üniversite bağımsız düşüncenin kalelerinden biri ve bu yönüyle Başbakan Viktor Obran’ın “liberal olmayan demokrasisinin” tam karşısında konumlanıyor.
İnsanlar Başkan Nicolás Maduro’nun Venezuela demokrasisinin ve ekonomisinin içini boşaltma çabalarına karşı da sokaklara döküldüler. Bir çok Latin Amerika ülkesi de komşularından birini eleştirmek yönündeki geleneksel isteksizliklerini bir kenara bırakarak, Venezuala’da insan hakları alanında reform yapılması yönündeki baskıyı artırdılar.
Birleşik Devletler’de Mart ayında yapılan Kadın Yürüyüşü, kadın hakları için milyonlarca insanın bir araya gelmesiyle, küresel bir fenomene dönüştü. Kanada, #MeToo (Ben de) hareketinden bile önce, toplumsal cinsiyet eşitliğini yardım programlarının merkezi bir unsuru haline getirdi ve Fransa toplumsal cinsiyet temelli şiddet ve cinsel tacizle mücadele etmek için yeni önlemler aldığını duyurdu. Tunus, Ürdün ve Lübnan tecavüzcülerin mağdurlarla evlenerek ceza almaktan kurtulmalarına olanak sağlayan yasa hükümlerini yürürlükten kaldırdı. Hollanda, Belçika ve İskandinav hükümetleri, Birleşik Devletlerin üreme sağlılığı programlarının fonlarında yaptığı acımasız kesintiyi ikame edebilecek nitelikte uluslararası bir fonun kurulması çabalarına öncülük ettiler ve İsveç feminist bir dış politika izledi.
Roth, buna karşın, hükümetlerin yerel direnişi sindirdiği ve uluslararası ilginin de yalpaladığı ülkelerde popülist ve insan hakları karşıtı diğer güçlerin geliştiğini ve serpildiğini söylüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin demokratik sistemini büyük ölçüde tahrip ederken, AB bunun yerine Avrupa’ya mülteci akışının engellenmesi ve güvenlik konusunda işbirliği için ondan yardım almaya odaklandı. Başkan Abdül Fettah el-Sisi Mısır’da toplumsal muhalefeti ezerken, onun istikrar sağladığı yönündeki iddiasını kabul eden ABD veya AB pek az müdahalede bulundu. Çin’de Başkan Xi Jinping bağımsız seslere karşı yoğun bir baskı uygularken, diğer uluslar karlı sözleşmelerin tehlikeye girmesinden korkarak seslerini çıkarmadılar.
Roth, ABD, Brexit ile meşgul bir İngiltere ve yabancı düşmanı popülistlerin etkileriyle uğraşan Avrupa devletleri gibi, aslında insan haklarının savunuculuğunu yapabilecek hükümetlerin geri çekilmeleri hususunda da uyarıda bulundu. Bu devletlerin tereddütleri Yemen, Suriye, Burma ve Güney Sudan gibi ülkelerde, kitlesel kıyımların çoğu zaman kontrolsuz bir şekilde sürmesine neden olan bir boşluk yarattı.
Ancak Roth çok sayıda küçük ve orta büyüklükteki devletin de mücadeleye el verdiğine dikkat çekti. Suudi liderliğindeki hava saldırılarının ve kolera ve akut beslenme bozuklukları riskini beraberinde getiren bir ablukanın sivilleri inlettiği Yemen’de, büyük güçler istismarcı Suudi Koalisyonuna destek vermeyi sürdürürken, Hollanda devreye girerek bir BM araştırması yapılması talebine öncülük etti ve Kanada, Belçika, Irlanda ve Lüksemburg’un desteğiyle, Suudi Arabistan’ı, ihtilafta daha iyi davranması yönündeki baskıları artıracak bir araştırmayı kabul etmeye zorladılar. Hollanda and Norveç ayrıca, sırasıyla, Suudi Arabistan’a ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne karşı silah ambargosu da koydular.
Rusya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Suriye’de adalet için harekete geçmesine izin vermeyi reddettiği için, Liechtenstein 2016’nın Aralık ayında bir BM Genel Kurul kararı çıkartmak amacıyla geniş bir koalisyon kurdu. Genel Kurul’da 105’e karşı 15 oyla delil toplamak ve açılacak davalar için hazırlık yapmak amacıyla bir mekanizma oluşturuldu ki, bu Suriye’de işlenen savaş suçlarında adaletin tecelli etmesi için önemli bir taahhüttü.
Roth “Geçtiğimiz yıldan çıkartılacak en önemli ders şu: popülist saldırılar karşısında insan haklarını korumak mümkün. Bunun için lazım olan tek şey, teslim olmak yerine ilkeli bir savunma yapmak, umutsuzluk çığlıkları atmak yerine, eylem çağrısında bulunmak,” diyor.