Bugün size, Türkiye'deki reform sürecinin aksaması ve Türkiye'nin uluslararası insan hakları standartlarına olan bağlılığı hakkında sıkıntılı şüpheler yaratan, yakın geçmişteki muhtelif olaylarla ilgili derin ve artan endişelerimizi dile getirmek için yazıyoruz.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, Türkiye'nin son dört yılda gerçekleştirdiği reformlar süresince kaydettiği önemli insan hakları gelişmelerini, kamuoyu önünde ve tekrar tekrar dile getirmişti. Başbakan Yardımcısı Gül, 11 Nisan'da devlet memurlarının sorumlu tutulabilirliğinin arttırılması, İnsan Hakları Başkanlığı'nın bağımsızlığının geliştirilmesi ve Musevi, Rum ve Ermeniler adına gayrımenkulleri koruyan vakıfların durumlarının iyileştirilmesi ile ilgili önlemleri getirecek dokuzuncu reform paketi ile ilgili planları açıkladı. Bu bağlamda Bakan Gül’ün dile getirdiği, hükümetin “devamlılık arz eden dinamik bir [reform] sürecine ” olan bağlılığını, memnuniyetle karşılıyoruz.
Sayın Gül konuşmasında şöyle demişti: “Önemli olan gittiğiniz istikamettir. Reform süreci daima dinamik tutulması gereken bir süreçtir.'' İnsan Hakları İzleme Örgütü'ndeki bizler, reform sürecinin ivmesini koruması ve belli başlı bazı alanlarda başka gelişmeler kaydedilmesi gerektiği görüşüne katılıyoruz. Bu yüzden, önemli insan hakları reformları konusunda hükümetinizin geri adımlar atmakta olduğunu ve reform sürecinin tehdit altında olduğunu gösteren, özellikle yakın geçmişteki bazı gelişmeler hakkında endişeliyiz. Bu endişelerin giderek arttığı bir kaç ayın ardından, yakın geçmişte insan haklarının gerilediği ve/veya ciddi insan hakları problemlerinin henüz ele alınmamış olduğu bazı alanları dile getirmek için yazıyoruz.
İbrahim Güçlü, Zeynel Abidin Özalp and Ahmet Sedat Oğur'un tutuklanması
Türkiye'nin güneydoğusunda bir kısım sivillerin yakın geçmişte güvenlik güçleri tarafından öldürülmesini barışçıl bir şekilde protesto etmek ve Türk hükümeti ile kuzey Irak yönetimi arasındaki gerilim hakkındaki endişelerini ifade etmek için Irak sınırına yürümeye hazırlanan İbrahim Güçlü, Zeynel Abidin Özalp, ve Ahmet Sedat Oğur, 2 Mayıs'ta Diyarbakır'da polis tarafından tartaklanarak gözaltına alındı. Bu üç kişi sorgulanmak üzere gece boyunca gözaltında tutuldu ve ertesi gün tutuklandı. Güçlü'nün sık sık ve aleni bir şekilde PKK şiddetini kınadığı gözönüne alınırsa, ironik bir şekilde, Terörle Mücadele Yasasına göre “PKK propagandası yapmak” suçlamasıyla 8 Haziran'da Diyarbakır 4 No.lu Ceza Mahkemesinde yargılanacaklar.
Güçlü, Özalp ve Oğur'un tutuklanıp yargılanması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade ve toplanma özgürlüklerini koruma altına alan 10 ve 11. maddelerini açık bir şekilde ihlal ediyor. Bu ise, Türkiye'deki güvenlik güçleri ve mahkemelerin, suistimal politikalarına ve reform sürecini yok sayan uygulamalara dönüş doğrultusundaki kaygı verici eğilimlerinin bir örneği.
İbrahim Güçlü, Zeynel Abidin Özalp ve Ahmet Sedat Oğur'un salıverilmesi ve haklarındaki suçlamaların düşürülmesini sağlamanızı rica ediyoruz.
İfade özgürlüğü ve dil haklarında geriye dönüş
İnsan Hakları İzleme Örgütü 2005 sonlarında, hükümetinizin ve yargı organlarının, ifade özgürlüğü konusunda uzun zamandır devam eden sınırlamaları kaldırmayı ve azınlıkların dil haklarını bütünüyle tanımayı başaramaması ile ilgili hayal kırıklığını dile getiren bir yazı yazmıştı. Savcılar ve yargıçlar, ifade özgürlüğünü barışçıl bir şekilde kullanan bireyleri yargılayıp hüküm giydirmeye devam ederek, Türkiye'nin 2003 yılında kendi iç hukukunda uygulanabilir kıldığı İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesini, dolayısıyla Türk hukukunu da açıkça ihlal etmeye devam ediyorlar. Yukarıda bahsedilen Güçlü, Özalp ve Oğur dışında başka örnekler de var: Birgül Özbarış ve Perihan Mağden, vicdani retçiler için alternatif sivil hizmetlerin yokluğuna değinen gazete makaleleri yazdıkları için 318. maddeye göre “halkı askerlikten soğutmak”la suçlanıyorlar. Her bir suç için üç yıla kadar hapis cezası riskiye karşı karşıyalar.
Hükümetiniz, uluslararası sözleşmelerle korunan ifadeyi açık bir şekilde sınırlamak için kullanılan 318. maddeyi kaldırmayı düşünmemektedir bile. Bu madde, barışçıl ifade ve toplanmayı cezalandırmak için kullanılan ceza yasası maddelerinin yalnızca biri. “Türklüğü aşağılamayı” ve devlet kurumlarına hakaret etmeyi yasaklayan 301. madde de sık sık bu amaçlarla kullanılıyor. Mart ayında Eren Keskin, Almanya’da yaptığı bir konuşma nedeniyle, sonradan 6,000 TL para cezasına çevrilen on aylık bir hapis cezasına çarptırıldı. Keskin, güvenlik güçlerinin kadınlara yapılan pek çok cinsel taciz vakasından sorumlu olduğunu söylemişti. 301. maddeye göre devam eden pek çok başka yargılama daha var. Bunlar arasında yayıncı Ragıp Zarakolu, sanatçı Ferhat Tunç ve gazeteci Hrant Drink de var. Tümü de barışçıl düşüncelerini ifade ettikleri için muhtemel hapis cezasıyla karşı karşıyalar. Başbakan Yardımcısı Gül, dokuzuncu reform paketinin 301. maddeyi kaldırmayacağını, ama “ama bu yönde bir ihtiyaç görülürse [bir kanun değişikliği] de yapılabileceğini” söyledi. Bu ve benzeri davalarda görüldüğü üzere bu ihtiyaç acil.
Bazı savcı ve hakimler, azınlıklar için zor kazanılan dil ve kültür haklarındaki gelişimi de geri çevirmeye çalışıyorlar. Hak-Par (Haklar ve Özgürlükler Partisi) yöneticileri, parti kongresinde Kürtçe konuştukları için 8 Haziran'da Ankara'da Siyasi Partiler Kanununa göre yargılanacaklar. 20 Nisan'da Diyarbakır 2. Asliye Mahkemesi, kurucu üyeleri arasında hapisteki Ibrahim Güçlü, Zeynel Abidin Özalp, ve Ahmet Sedat Oğur'un da bulunduğu Kürt-Der'i (Kürt Derneği'ni) kapattı. Kürt-Der, Kürtçe yayın ve eğitimin yaygınlaşması için çalıştığı ve iç işleyişinde Kürtçe kullandığı—ki bu tür kültürel örgütlenmelerde normal olan işleyiş budur—suçlamalarıyla, Dernekler Kanunu'na dayanılarak kapatıldı. Bu kapatma, devlet yapısı ve yargı içindeki bazı unsurların, Türkiye'nin yarım yüzyıldan daha uzun bir süre önce kabul edip onayladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile getirilen standartlara karşı gösterdiği direncin bir göstergesi.
Toplanma ve görüşlerini serbestçe ifade edebilme özgürlükleri, Türkiye'nin bağlılığını bildirdiği insan hakları sözleşmelerinin kutsal kabul ettiği tüm diğer hak ve özgürlüklerin temelini oluşturuyor. Bu nedenle, görüşleri nedeniyle hapsedilen insanlar bizim özellikle üzerinde durduğumuz bir konu. İnsan Hakları İzleme Örgütü, siz hapsedildiğinizde de durumu eleştirerek serbest bırakılmanız için çağrıda bulunmuş ve durumu, 1999 Dünya Raporumuz ve Türkiye'de İfade Özgürlüğünün İhlali başlıklı Şubat 1999 raporumuz da dahil olmak üzere pek çok yayında ele almıştı.
Uluslararası hukuka göre sorumluluklarınıza ek olarak, kendi şahsi tecrübeleriniz ışığında, hükümetinizin, Türkiye'deki insanların düşüncelerini serbestçe ifade edebilme özgürlüğünü yerine getirebilmesini sağlamak için somut adımlar atmasını beklerdik. Ne yazık ki hükümetiniz bugüne kadar bu temel insan hakları kuralını uygulamada başarısız oldu. Aynı şekilde, ifade özgürlüğü ve azınlıkların dil hakları ile ilgili, en sorunlu ceza yasası maddelerini kaldırmak için çalışmaktan ısrarla kaçındı. Tersine, sizi bir kedi, zürafa vs. şeklinde karikatürleştiren—ki bunlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetki alanındaki siyasi karikatürlerle kıyaslandığında çok yumuşak kalır—Musa Kart ve Penguen dergisi gibi eleştirmenler hakkındaki şahsi davalarınız, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ihlal etmekle kalmayıp, ifade özgürlüğüne şahsen ne ölçüde bağlı olduğunuz hakkında ciddi şüpheler de uyandırdı.
Ceza yasasının 301. (devlet kurumlarına hakaret) ve 318. (askerlikten soğutmak) maddelerini kaldırmanızı ve Birgül Özbarış, Perihan Mağden, Eren Keskin, Ragıp Zarakolu, Ferhat Tunç, ve Hrant Dink hakkındaki davaların düşürülmesini öneriyoruz.
Reform sürecinin zayıflatılması
1970'li yılların sonlarından itibaren, şiddete dayalı siyasi çatışma ortamı, asker, polis ve diğer güvenlik güçleri ile yargının, sıradan Türk vatandaşları üzerinde ağır insan hakları ihlalleri uygulaması için uygun ortamı sağladı (örnekler için bkz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Türkiye aleyhine verilen yargısız infaz, “kayıp”, işkence, haksız yargılama ve ifade özgürlüğünün engellenmesi ile ilgili olarak verilen kararlar dizisi). Yasadışı silahlı örgütlerin lider ve üyeleri ise devlet kurumlarının yanısıra sade vatandaşlara karşı da şiddete dayalı ciddi eylemlerde bulundu. (Örnekler için bkz. İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün, Abdullah Öcalan'ın 1998'de Roma'da yakalanmasını takiben İtalya Başbakanına yazdığı ve Abdullah Öcalan'ın sözkonusu ihlallerdeki sorumluluğu nedeniyle yargılanmasını talep eden yazının ekinde yer alan ve PKK'ya atfedilen veya PKK tarafından üstlenilen yirmi beş katliamın listesi. [https://www.hrw.org/press98/nov/italy-apendix.htm]). Her iki taraf da korku ve sadakat yaratacağı hesap edilen taciz, işkence ve öldürme eylemleri yoluyla, kendi etki alanlarını geliştirmek ve sağlamlaştırmak için yasadışı ve antidemokratik yöntemler kullandı.
1999'dan bu yana yürütülen—kendi hükümetinizin çok büyük bir rol oynadığı—reform süreci ve insan haklarının korunması konusundaki gelişmeler, yalnızca bireylerin ve daha genel sivil toplumun güçlenmesini sağlamakla kalmadı, yukarıda sözü edilen silahlı grupların besleyen tabanların da erimesini sağladı. Bunun sonucunda bazı silahlı grupların—ki bunların içinde hem devlet içi hem devlet dışı unsurlar var—kendi varlık sebeplerini tehdit eden reform sürecine karşı çıktıkları tahmin ediliyor. Türkiye'deki pek çok kişi, bazı silahlı muhalefet gruplarının yanısıra devlet yapısı içindeki bazı kişilerin, reform programını bozmak ve kendi otoritelerini yeniden ihdas etmek için, şiddete dayalı saldırılarda bulunduğundan ve ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştirdiğinden şüphe ediyor. Aşağıda ele alınan Şemdinli örneği de bu şüpheleri doğrular gibi.
Şemdinli olayları
9 Kasım 2005 günü Hakkari ili Şemdinli ilçesinde bir kitapçı dükkanına bomba atıldı ve bu saldırı Mehmet Zahir Korkmaz'ın ölümüne sebep oldu. Bombanın atıldığı sırada civarda bulunan yerel ahali, dükkandan koşarak uzaklaşan adamları takip etti ve eski bir PKK üyesi ile beraber, jandarma istihbarat teşkilatına üye iki kişiyi suçun işlendiği olay mahallinin yakınlarında yakaladı. Adamların üzerinde, birisi saldırı sırasında kullanılan ile aynı cinsten olmak üzere bombalar ve başka suçlayıcı deliller ele geçirildi. İki jandarma ile üçüncü adam, bombalama ve adam öldürme suçlamasıyla tutuklandı. Aynı gün bir başka jandarma birimi, bombalı saldırı sanıklarını yakalayan halkın üzerine ateş açarak Ali Yılmaz isminde bir vatandaşı öldürdü. Biraz gecikmenin ardından, bu birimin komutanı da bu vurulma ile ilgili olarak tutuklandı.
Olayın ardından, aşağıda anlatıldığı üzere askeri komutanlar ve güvenlik güçleri hızla devreye girerek, kıdemli subayların bombalamanın planlamasına yardım edip etmediklerinin ciddi bir şekilde soruşturulmasını engellemeye giriştiler. Bunu yapmaları ise, ordu içindeki bazı kesimlerinin bu saldırı ile yakından ilgili olduğu ve/veya bu saldırıyı desteklediği yolundaki orijinal iddiaları doğrular nitelikteydi. Genel Kurmay, cinayet ile ilgili bilgi verebilecek kilit konumdaki üç yerel askeri şahsın sorgulanmasına engel oldu. Bunlar Hakkari İl Jandarma Komutanı, Hakkari Dağ ve Komando Tugay Komutanı ve Van Asayiş Kolordu Komutanı idi. Genel Kurmay, askeri otoritelerin olayda sorumluluklarının bulunup bulunmadığının araştırılmasına izin vermedi.
Şemdinli'deki bombalama, Hakkari ilinde meydana gelen bu türden bir dizi saldırının yalnızca bir tanesiydi. Kitapçı dükkanı saldırısından önceki iki ay içinde, Hakkari ilinde on dört bomba daha patladı. Bunların bir tanesi, Şemdinli Jandarma lojmanların yakınlarına bırakılan bir arabada 1 Kasım günü patlayan 150 kg.lık bir bombaydı. Bu olayda altı er, üç polis ve on altı sivil yaralandı, çevre binalarda ciddi hasar meydana geldi ama ölen olmadı.
Şemdinli'de ve Hakkari'nin diğer bölgelerinde meydana gelen bombalamalar ile ilgili ilk bulgular, bazı ordu mensuplarının Türkiye'nin güneydoğusundaki oluşan göreli huzur ve güven ortamını bozmak ve bölgede yeni çatışmalar yaratmak için bombalar yerleştirmiş olabildikleri yönündeydi.
Şubat ayı sonlarında, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun, bir meclis komisyonuna ifade verirken, Şemdinli'deki bombalamalarda ordunun rolü olabileceğine ilişkin kaygılar uyandırdı. Uzun, şifreli ama yine de anlaşılır terimlerle, 1 Kasım patlamasının muhtemelen güvenlik güçleri içinde birilerinin işi olduğunu ima etti. Uzun ayrıca, Şemdinli'deki kitapçı saldırısıyla ilgili olarak yargılanan jandarmaların, iddia edildiği üzere yüksek mevkideki subayların bilgisi haricinde orada bulunabileceklerine ilişkin şüphelerini dile getirdi. Sabri Uzun bir ay sonra görevden alındı. Bu idari müeyyide, meclis komisyonuna bilgi vermeyi düşünen veya Şemdinli yargılamalarında tanıklık etmeyi düşünen diğer kamu görevlilerine gözdağı verme amacı taşıyan bir girişime benziyor.
3 Mart 2006'da Şemdinli'deki bombalama olayını soruşturan savcı Ferhat Sarıkaya, bir iddianame yayınladı. Bu iddianamede, kitapçı saldırısını üst düzey subayların emredip emretmediğinin belirlenmesi için ilave soruşturmaların açılmasını öneriliyordu. İddianameye göre, cinayetin asıl sebebi, “Kültürel kimliğin üzerine inşa edilen siyasî kimliğin duyarlı hale getirilmesi, böylece toplumun rahatlıkla eyleme çekilebileceği ortamın sağlanması… Birinci halde duyarlı hale gelen siyasî kimliğin tehdit algısı gerçekte olduğundan daha fazla abartılarak devletin şiddetli önlemlere başvurmasının yolunun açılması, bölgedeki idarî sisteme olağanüstü yönetim araçlarının hakim olmasının sağlanması ... bölgedeki güvenlik kaosunun siyasî otorite üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmasının yolunun açılması... [ve böylece] Türkiye’nin temel politik yönelimlerinin (modernlik projesi, AB süreci) akamete uğratılması ve merkezdeki siyasî/bürokratik yönetim elitinin güç ve yerlerini muhafaza etmesi ” idi.
İddianame ayrıca, suç sanıklarının birini “iyi bir astsubay” olarak tanımladığı söylenen bir generale de isim vererek atıfta bulunuyordu. 20 Mart'ta Genel Kurmay Başkanlığı bürosu bir bildiri yayınlayarak iddianameyi, “siyasi içerikli…Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmaya ve terörle mücadeledeki azim ve iradesini zayıflatmaya yönelik” bir metin olarak nitelendirdi ve savcı hakkında şikayette bulundu. 21 Nisan'a gelindiğinde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, savcı Sarıkaya'yı “mesleğini kötüye kullandığı ve yetkisini aştığı” gerekçesiyle davadan almış, meslekten uzaklaştırmış ve avukatlık sıfatından çıkarmıştı.
Katılım Ortaklığı’nın bir parçası olarak Hükümetinizle birlikte, Türkiye'nin AB adaylığı doğrultusundaki gelişmelerini inceleyen 2005 AB Türkiye Düzenli Raporu, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun siyasi etkilerden güvenilir bir şekilde bağımsız olmadığını açık bir dille ifade ediyordu. Kurulun savcı hakkında verdiği kararda gösterilen süratin evvelce bir başka örneği yok ve bombalamanın sorumluluğu ile ilgili soruşturmaların engellenmesi için alındığına dair ciddi şüpheler doğuruyor. Bu karar, 1980 askeri darbesini yönetmek suçlamasıyla General Kenan Evren hakkında bir iddianame hazırlayan savcı Sait Kayasu'nun 2001 yılında görevden ihraç edilmesini çağrıştırıyor.
Birleşmiş Milletlerin Savcıların Rolü Hakkındaki Kılavuzu, savcıların “kamu görevlileri tarafından işlenen suçlara, özellikle de yetkilerin suistimal edilmesi, ciddi insan hakları ihlalleri ve uluslararası hukuk tarafından tanınmış diğer suçlara özel bir önem vermesini” şart koşar ve savcıların “hiç bir gözdağı, engelleme, taciz, hukuk dışı müdahale ve makul bir sebep olmaksızın medeni, cezai ya da başkaca bir yaptırıma maruz kalmaksızın mesleki fonksiyonlarını yerine getirmelerine” izin verilmesini zorunlu tutar.
Yargı bağımsızlığının bu şekilde ihlal edilmesi ve soruşturma sürecine yapılan müdahaleler, ordunun süregelen etkisinin gücünü ve Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları ve onun için çalışanlar tarafından yapılan suistimaller hakkında öteden beri süregelen dokunulmazlığı gözler önüne sermektedir.
Van savcısı Ferhat Sarıkaya'nın derhal göreve iadesini ve avukatlık statüsünün yeniden ihdas edilmesini öneriyoruz.
Ölçüsüz kuvvet kullanımı ve yaşam hakkının gözardı edilmesi
Geçtiğimiz yıl süresince güneydoğuda protestoculara müdahale eden polisin ölümcül kuvvet kullanımında şoke edici bir artış yaşandı. Kasım 2005'ten bu yana polis gösteri ve karışıklıklar sırasında ondokuz kişiyi öldürdü. İnsan Hakları İzleme Örgütü geçmişte, gerek sizin hükümetiniz gerekse önceki hükümetler nezdinde, Türkiye'deki güvenlik güçlerinin ölçüsüz kuvvet kullanımı ile ilgili kaygılarını dile getirmişti. Ancak, bunların çoğunda, polisin göstericileri dövdüğü durumlardan sözediyorduk. Son zamanlarda ise kolluk kuvvetleri giderek artan oranlarda öldürücü güç kullanmaya ve Türk vatandaşlarının yaşam hakkına çok az saygı göstermeye başladı. Bunu yapmakla da hükümetin temel haklara saygıyı arttırmak için önerdiği politikalara doğrudan karşı çıkar hale geldiler.
Mart ayında Diyarbakır'daki şiddet
23 Mart'ta iki özel televizyon ve bir özel radyo istasyonunun Kürtçe yayına başlamasıyla, azınlıkların haklarıyla ilgili uzun zamandır beklenen bir mihenk taşı gerçekleşmiş oldu. Bu gelişme, azınlıkların dil haklarının tanınmasıyla ilgili şiddet yanlısı olmayan çabaların belirgin bir zaferiydi ve aynı zamanda geleneksel devlet modeli için olduğu kadar PKK'nın kullandığı yöntemlere de bir meydan okuma idi. Ertesi gün güvenlik güçleriyle PKK militanları Bingöl yakınlarında çatışmaya girdiler ve ondört PKK'lı öldürüldü. 29 Mart'ta PKK'lıların cenazesine katılan, çoğunluğu genç erkeklerden oluşan sivil vatandaşlar, taş ve petrol bombaları atarak polisle çatıştılar. Sonraki bir kaç gün boyunca Diyarbakır'da gerçekleşen sokak savaşlarında polis, ayaklanmacılara ateş açtı, gaz bombaları kullandı ve taş attı. Sonuç: On sivil vatandaşın ölümü. Bunlardan, öldürülünceye kadar dövülen 78 yaşındaki Halit Söğüt gibi bazıları yalnızca tesadüfen oradan geçenlerdi. Üç tanesi ise çocuktu: Dokuz yaşındaki Abdullah Duran, sekiz yaşındaki İsmail Erkek ve altı yaşındaki Enes Ata. (31 Mart günü Batman'daki benzer karışıklıklar sırasında polis tarafından açılan ateş sonucunda üç yaşındaki Fatih Tekin öldürüldü.)
Birleşmiş Milletler’in Kuvvet ve Ateşli Silah Kullanımı ile ilgili Temel İlkeleri der ki: “Şiddete dayalı toplanmaların dağıtılmasında kolluk kuvvetleri ateşli silahları ancak daha az tehlikeli araçların kullanımı uygulanabilir değilse ve yalnızca gereken asgari seviyede kullanabilirler. Kolluk kuvvetleri bu tür durumlarda; kendilerini ya da başkalarını o anda varolan ölüm veya ciddi yaralanma tehdidinden korumak, ciddi derecede hayati tehlike içeren çok ağır suçların işlenmesini engellemek, bu tür bir tehdit yaratan ve kanuni otoriteye direnen birisini yakalamak, bu türden birisinin kaçmasını engellemek durumları haricinde ateşli silah kullanmayacaklardır. Böyle bir durumda dahi ancak bu amaçlara ulaşmak için daha az aşırı yöntemlerin yetersiz kalması halinde kullanabileceklerdir. Her halükarda, ateşli silahların öldürücü gücü, , ancak kesinlikle ve kaçınılmaz bir şekilde hayat koruma amacı ile kullanılmalıdır.” Temel İlkeler ayrıca der ki: “kuvvet ve ateşli silahların kanuni sınırlar içinde kullanımı kaçınılmaz olduğunda, kolluk kuvvetleri bu tür kullanımlardan mümkün olduğunca kaçınacak, olayın ciddiyetine göre ve meşru amaçlara ulaşma amacıyla hareket edecek ve bu tür durumlarda dahi zarar ve yaralanmaları en aza indirecek ve insan hayatını koruyacak şekilde davranacaklardır.”
Polisin, bazıları şiddet eylemlerine kalkışan, büyük ve öfkeli kalabalıklarla karşı karşıya olduğu açıktır. Diyarbakır valiliğine göre, arbedeler sırasında 199 polis memuru yaralanmıştır. Ancak, Diyarbakır'da polisin kalabalığı kontrol etmek için daha az aşırı önlemlere başvurmada veya yaralanma ve ölüm tehdidini asgariye indirmede başarısız olduğu görülmektedir. Bu nedenle kullanılan kuvvetin, uluslararası standartları ihlal eder nitelikte, aşırı ve orantısız olduğu kaygısını taşıyoruz.
Türk polisi, öldürücü güce başvurmadan gösteri ve kargaşalıklarla başedebilecek ekipman ve beceriye sahiptir; geçtiğimiz yıllarda meydana gelen pek çok olayda bunu başarıyla gerçekleştirmiştir. Ancak Kasım 2005'ten bu yana, göstericilere karşı doğrudan ateşli silah cephanelerini ya da yaralanmaları asgariye indirme amacıyla tasarlanmış (biber gazı atıcılar gibi) silahları, ciddi yaralanma ya da ölüme sebep olacak tarzda tekrar tekrar kullanmışlardır. Basın haberleri ayrıca, Diyarbakır'da gösterici kalabalıklarına taş atmak için sapan kullanan polis memurlarını da görüntülemiştir.
Temel ilkelere göre hükümetiniz, “kolluk memurlarının keyfi veya suistimale dönük şekilde kuvvet ve ateşli silah kullanımının, kendi kanunlarına göre cezai suç olarak cezalandırılmasını” sağlamakla yükümlüdür. Temel ilkeler ayrıca der ki; “Hükümetler ve kanun uygulayıcı kuruluşlar, kendi komutaları altındaki kanun uygulayıcıların başvurmakta veya başvurmuş oldukları kanun dışı kuvvet veya ateşli silah kullanımını bilen veya bilmesi gereken ve bu tür kullanımları engellemek, en aza indirmek veya rapor etmek için yetkileri dahilinde olup da gereken tüm önlemleri almayan yüksek rütbeli memurların sorumlu tutulmalarını sağlayacaklardır.”
Bu zorunluluklara rağmen hükümetiniz, güvenlik güçlerinin umursamazca şiddete başvurmasını engellemek ve sorumluların idari ve cezai yaptırımlarla cezalandırılmasını sağlamak konusunda tekrar tekrar başarısız oldu. Hükümetin bu şekilde şiddete başvuranları cezalandırmak konusunda başarısız olması bir yana, öldürücü güç kullanımındaki ani artışı kınamaya bile yeltenmediniz. Tersine, ölümleri takibeden günlerde, “Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa kim olursa olsun eğer terörün maşası haline gelmişse, gerekli müdahale ne ise bunu yapacak ” şeklindeki ifadeniz, güvenlik güçlerini öldürdükleri dört çocuğun sorumluluğunu taşımaktan bile azleder nitelikteydi. Hükümetinizin, aşırı güç kullananları kınamaktan ve uluslararası polislik standartlarını ihlal edenleri sorumlu tutmaktan kaçınması, Türkiye'de hüküm süren güvenlik güçlerinin dokunulmazlığı atmosferini desteklemekte ve bu türden başka ihlallerin görülme ihtimalini arttırmaktadır.
Son yedi ay içinde on dokuz kişinin ölümüyle sonuçlanan ölümcül ve aşırı kuvvet kullanımındaki ani artış hakkında, acilen bir soruşturma başlatmanızı öneririz. Hükümetinizi ayrıca, yasadışı ölüm veya yaralanmalardan sorumlu olan memurlar ile, ihmal yoluyla başka memurların yasadışı öldürme veya yaralamalarına imkan verenler hakkında disiplin cezası ve gereken durumlarda cezai soruşturma yapılmasını sağlamak için gereken adımları atmaya çağırıyoruz. Polis memurlarına kamuoyu önünde, mümkün olan her durumda hayat korumakla görevli olduklarını hatırlatarak, bu tehlikeli eğilimi durdurmak için şahsi bir katkı sağlayabileceğinize inanıyoruz.
Diyarbakır'da işkence ve kötü muamele
Diyarbakır'da Mart ayındaki kargaşalıklar sırasında, polis yüzlerce kişiyi gözaltına aldı ve bunların pek çoğu gözaltındayken kötü muameleye maruz kaldı.
Polis 28 Mart ile 5 Nisan arasında 551 kişiyi gözaltına aldı. Bunların 199 tanesi küçük yaştaydı. 4 Nisan tarihinde Diyarbakır Barosu Çocuk Hakları Merkezi avukatlarından Cengiz Analay, o günlerde temsil ettikleri çocukların yüzde 95'inin işkence ve kötü muamele iddiasında bulunduğunu söyledi. Çocuklara yapılanlar arasında dayak altında milli marş söyletme, elbiselerin soyulması, soğuk suyla duş, aç bırakılma ve üzerine tükürülmüş ekmek sunulması da vardı.
İnsan Hakları Derneği'nin Diyarbakır şubesi, 3 Nisan 2006 tarihinde 14 yaşındaki A.T. adlı erkek çocuk ile görüştü. Çocuk şunları söyledi: “... Ben, 29 Mart günü ... gözaltına alındım; gözaltına alındığım esnada yaklaşık 15 polis bana coplarla saldırdı; sağ kolum kırıldı ve o vaziyette yaklaşık yerde 100 metre boyunca beni sürüklediler. Daha sonra beni Emniyet Müdürlüğündeki spor salonuna götürdüler. ... Defalarca kez coplarla dayak yedim; tuvalete gitmemize izin vermiyorladı; sürekli “kalk-otur” şeklinde onur kırıcı muamele uyguluyorlardı. Sabaha karşı saat 03:00’de yat diyorlardı ve sonra sabah saat 05:00’de uyandırıp tekrar coplarla dövüyorlardı.”
Kırk altı yaşındaki bir kadın olan F.K. ise 5 Nisan 2006 tarihinde şunları anlattı: “...küçük kızımı okuldan almak için Koşuyolu semtine doğru giderken polisler benii durdurdu ve ısrarla taş attığımı söyleyerek beni gözaltına almak istediler. Birşey dememe izin vermeden beni döverek gözaltına aldılar. Önce Emniyet Müdürlüğündeki spor salonuna, sonra Terörle Mücadele Şubesine götürüldüm. Bizleri sürekli dövüyor küfür ve hakaret ediyorlardı. … Gözaltının dışında yolda da beni ciddi şekilde dövüp darp ettiler, coplarla vücudumun her yerine (sırtıma, koluma, bacaklarıma ama özellikle kafama) coplarla vurdular. Aldığım darbelerden dolayı sürekli midem bulanıyordu. Sadece sabahları bize somun ekmek ve su veriyorlardı. 3 gün boyunca sadece bir akşam yemek verdiler; ama ben yiyemedim. ... Bir kadın polis saçlarımı çekti.”
Sözkonusu kadın ayrıca baştan savma bir tıbbi muayeneden geçirildiğini ve polisin bu muayene sırasında orada bulunmak konusunda ısrar ettiğini anlattı.
Diyarbakır'daki karışıklıklar sırasında gözaltına alınanların fiziki suistimale maruz kalması, uluslararası ve Türk hukuk kurallarının bariz şekilde ihlali ve hükümetinizin ilan ettiği işkenceye sıfır tolerans politikasına taban tabana zıt bir uygulamadır. Hükümetinizin işkenceye son verme konusunda ilan edilen kararlılığına rağmen, çok sayıdaki kötü muamele ve işkence iddalarına karşı tepkinizin yetersiz kalması özellikle rahatsız edici bir durumdur.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, polis karakollarının etkili denetiminin ve işkence iddiaları gündeme geldiği anda hem idari hem cezai soruşturma açılması da dahil olmak üzere kati ve hızlı bir tepkinin önemini defalarca vurguladı. (Örneğin bkz. Başbakan yardımcısı Gül'e 22 Nisan 2005 tarihli mektubumuz). Diyarbakır İl İnsan Hakları Kurulu, Mart ayındaki şiddet sırasında, işkence riski artmış olmasına rağmen gözaltı merkezlerini denetlemek için çaba göstermedi. Aslına bakılırsa bu kurul hiç bir zaman polis karakolu ziyaretinde bulunmadı. Dahası, bildiğimiz kadarıyla İçişleri Bakanlığı, Diyarbakır'da Mart ayında meydana gelen şiddet eylemleri sırasında, işkence ve kötü muameleyi önleme sisteminin neden ve nasıl bu derecede çöktüğünü araştırma ihtiyacı dahi duymadı.
Diyarbakır'daki savcılar, Mart kargaşalıkları sırasında meydana gelen işkence ve kötü muamele iddialarıyla ilgili olarak bugüne kadar otuz dört soruşturma açmış olsalar da bu soruşturmaların, ilgililerin sorumlu tutulmasıyla sonuçlanmayabileceğine dair kaygı duyulmasına yetecek kadar sebep var. Avrupa Birliği’nin 2005 Düzenli Raporunda belirtildiği üzere, “Savcılar işkence ile suçlananlar hakkında hala zamanında ve etkili soruşturmalar yürütmüyorlar... Bu tür suçlardan hüküm giyenler çok nadir ve mahkemeler bu tür suçlar işleyenlere uygun müeyyideler uygulamak konusunda yetersiz ya da isteksiz görünüyor.” Bundan böyle işkence ve kötü muamele konusunda dokunulmazlığa hoşgörü gösterilmeyeceğine dair siyasi bir mesaj gönderilmesi çok önemli. Hükümetinizin, bir soruşturma yürütmek üzere İçişleri Bakanlığı temsilcilerini göndermesi ve kolluk kuvvetlerinin Diyarbakır olayları sırasında eskiden olduğu gibi kötü muamele ve işkence uygulamalarına dönmelerinin ardındaki sebepleri kamuoyu önünde irdelemesi suretiyle, Türkiye'de işkenceye son verme konusundaki değişmez kararlılığınızı gösteren güçlü bir sinyal gönderebileceğine inanıyoruz.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, Mart ayında Diyarbakır'da patlak veren işkence vakalarının İnsan Hakları Başkanlığı kanalıyla acilen soruşturulmaya başlanmasını ve işkence ve kötü muameleden sorumlu bulunan memurların ve ihmal suretiyle başka memurların kötü muamele ve işkence uygulamalarını teşvik eden diğer memurların disiplin cezasına çaptırılmasını ve gerektiğinde cezai yargılamaya götürülmesini öneriyor.
Silahlı muhalefet gruplarının ayrım gözetmeyen şiddeti
İnsan Hakları İzleme Örgütü, PKK ve Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) gibi silahlı muhalefet gruplarının son aylarda daha aktif olduğunun ve sivilleri hedef alan veya ayrım gözetmeyen saldırılarda bulunarak geçtiğimiz yıl içinde yirmiden fazla insanı öldürdüklerinin farkındadır. TAK, Temmuz 2005'te beş sivilin öldüğü turizm merkezi Kuşadasındaki bombalı saldırı ile bağlantılıydı. TAK, İstanbul Bayrampaşa Polis Merkezi yakınlarındaki bir Internet Cafe'de patlayan bombanın sorumluluğunu da üstlenmişti. Bu saldırıda Cafe sahibi Zafer Işık ölmüş, üçü çocuk on beş kişi yaralanmıştı. 3 Mayıs 2006'da Hakkari'de patlayan bir bombada, onbiri çocuk yirmi bir kişi yaralanmıştı. Bölgedeki otoriteler saldırıdan PKK'yı sorumlu tuttular. PKK ise sorumluluğu reddetmedi. İstanbul'da 2 Nisan'da yapılan gösteriler sırasında belediye otobüsüne Molotof kokteyli atıldı. Buna bağlı olarak meydana gelen kazada Zülbiye Karasu, Sinem Özkan ve Sibel Özkan adlı yolcular öldü.
Bir valinin, mesai saatleri dışında başörtüsü ile görülen bir öğretmeni terfi ettirmeyi reddetmesine karşı açılan bir davada, Danıştay kurulunun Aralık 2005 tarihinde verdiği tartışmalı bir kararla Valiyi haklı bulmasının “intikamını” aldığını söyleyen bir suikastçi tarafından, Danıştay üyelerine yapılan ve hakim Mustafa Yücel Özbilgin'in ölümüyle sonuçlanan saldırı, geçtiğimiz hafta İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından kamuoyu önünde kınandı. (İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün basın bildirisi ektedir.) Türkiye'nin başörtüsü yasağı, kadınların dini özgürlüklerini açıkça ihlal etmektedir. Ancak İnsan Hakları İzleme Örgütü, bu tür hakların sivil otoritelere karşı şiddet içeren eylemler yoluyla hiç bir zaman meşru bir şekilde savunulamayacağını açıkça ifade etmiştir.
Bu saldırılar, bu tür silahlı grupların liderlerinin de reform sürecini baltalamak konusunda kararlı olabileceğini ve süregiden kargaşa ortamından çıkar sağlamayı umabileceklerini göstermektedir. 2000 yılından bu yana insan hakları alanında görülen ilerlemeler, azınlıkların hakları konusunda mütevazi ama belirgin gelişmeler kaydedilmesini sağladı. Bu tür grupların liderleri, bu yeni politikaların kendi varlık sebeplerini ortadan kaldırdığını düşünüyor olabilirler.
Siviller üzerine yapılan bu saldırılar, uluslararası insani hukuku ihlal ve insan hayatını acımasız bir şekilde gözardı etmektedir. İnsan Hakları İzleme Örgütü, sivillere yöneltilen bu tür saldırıları şiddetle kınamaktadır ve bu tür saldırıların suçlularının yakalanması ve uluslararası hukuk kurallarıyla uyumlu özgür ve adil bir şekilde yargılanmalarını talep etmektedir.
Silahlı militanların sivillere yönelik şiddet içeren saldırılarda bulunması, kınanmayı zorunlu kılmakla birlikte, devlet görevlilerinin ağır suistimallerini meşrulaştıramaz ve hükümetin bu tür suistimallerde bulunan memurları adalet önüne çıkarmakta başarısız olmasını mazur gösteremez.
Terörle Mücadele Yasası Değişiklik Önergeleri
Yukarıda sözü edildiği üzere, Ibrahim Güçlü, Zeynel Abidin Özalp, ve Ahmet Sedat Oğur, bütünüyle şiddet yanlısı olmayan görüşleri nedeniyle, Terörle Mücadele Yasası’na göre PKK propagandası yapmakla suçlanıyorlar. Bu dava, Türkiye'nin uluslararası güvence altında olan hakları sınırlamak için mevcut durumda Terörle Mücadele Yasası’nı nasıl sorunlu bir şekilde kullandığının altını çiziyor ve halen bu yasa ile ilgili olarak TBMM'de görüşülmekte olan değişiklik önergeleri hakkındaki kaygıları ön plana çıkarıyor.
Terörle Mücadele Yasası’nda Bazı Değişiklikler Hakkında Kanun tasarısının 6. maddesi şöyle diyor: “ Terör örgütünün veya amacının propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” (vurguyu biz ekledik). Tasarı yayınlandığı anda insan hakları grupları, yasadışı silahlı siyasi örgütlerle hiç bir ilgisi olmayan insanların, barışçıl ve yasal taleplerinin bir kısmı yasadışı silahlı grupların talepleriyle çakıştığı için hapsedilebileceği ve terörist olarak damgalanabileceği endişesini dile getirdiler. Güçlü, Özalp, ve Oğu'un basit bir protesto yürüyüşü girişiminde bulundukları için Terörle Mücadele Yasası'na dayanılarak tutuklanmaları, bu tür endişelerin yersiz olmadığını ve polis ve yargı otoritelerinin gerçekten de şiddet yanlısı olmayan protestoları terörizm kategorisine yükseltmek için hazırlandıklarını gösteriyor.
Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik önergesi, ayrıca gözaltındaki kişinin bir yakınını haberdar etme hakkını da sınırlıyor ve hakim ve savcılara gözatındaki kişinin avukata erişme hakkını yirmi dört saat süreyle erteleme hakkı veriyor. Bu önlemler, hükümetinizin gerçekleştirdiği temel insan hakları gelişmelerini—işkence ile mücadelede kaydedilen gelişmeleri—yok etmekle tehdit ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti, en az çeyrek asırdan bu yana, son derece iyi bir şekilde belgelenmiş sistematik ve yaygın bir işkence geçmişine sahip. Geçmişteki kanun ve düzenlemeler işkenceyi teşvik eder ve işkencecileri korur nitelikteydi. 1997'den bu yana yapılan reformlar, işkencenin ciddi boyutlarda azaltılmasını sağlayan önlemler tesis etti. Suistimallerle mücadelede en etkili önlem, 2003 yılında iletişimsiz gözaltının kaldırılarak, gözaltındakilere gözaltına alındığı andan itibaren avukata danışma hakkının getirilmesi oldu. Bu tarihten sonra işkence vakalarında görülen azalma o derecede belirgin oldu ki bağımsız polis karakolu denetimleri ile birlikte bu önlemlerin yaygın bir şekilde uygulanması sağlanabildiği takdirde, işkencenin Türkiye'den tümüyle yok edilebileceğine dair gerçekçi bir umut doğdu (bkz. 6 Mart tarihli ve Türkiye: Polis ve Jandarma Karakollarının Bağımsız Denetimine Doğru İlk Adımlar başlıklı raporumuz).
Mart ayında Diyarbakır'da meydana gelen işkencelerle ilgili raporlarda, polisin gözaltındakileri Terörle Mücadele Yasası’na göre alıkoyduğuna ve işkence ve kötü muamelelerin ağırlıklı olarak ilk yirmi dört saat içinde meydana geldiğine dikkat çekmekte fayda var. Yalnızca Diyarbakır'da patlak veren suistimaller dahi, önergede yer alan avukata danışmaya yirmi dört saat gecikme aleyhine kuvvetli ve zamanında bir dayanak oluşturuyor.
Yeryüzünün pek çok yerinde hükümetler, gözaltındakileri koruyan önlemleri eritme modasını takip ediyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü, ABD, Avrupa ve başka yerlerde görülen bu eğilimi hep eleştirdi. Ne mutlu ki Türkiye'nin reformları bu eğilimin tam tersi yöndeydi. Türk vatandaşları için bunun sağladığı faydalar ciddi boyutlardaydı: Gözaltındakiler artık, 1990'lı yılların ortalarında görüldüğü gibi haftada bir kişi öldürülünceye kadar dövülmüyor, bunun sonucunda AB üyelik müzakereleri de dahil olmak üzere önemli siyasi avantajlar elde ediliyordu.
Dr. Pişkinsüt başkanlığındaki Türk Meclis İnsan Hakları Araştırma Komisyonu da dahil olmak üzere insan hakları hareketi, işkenceye karşı avukata erişiminin geliştirilmesi ve diğer önlemlerle ilgili kampanyalar sırasında, devasa boyutlarda kanıtlar sundular. Bunlar, polis karakollarından toplanan işkence aletlerinden tıbbi kanıtlara ve işkence gören veya işkence altında alınan ifadelerine dayanılarak uzun süreli hapis cezasına çarptırılan yüzlerce Türk vatandaşının—erkekler, kadınlar ve çocuklar—ifadelerine kadar gidiyordu. Bütün bunlar, alınan önlemlerin gerekliliğini çok açık ve net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Buna karşılık, İnsan Hakları İzleme Örgütü, avukata erişim hakkının askıya alınmasını gerektirecek hiç bir kanıt göremiyor. En azından yayınlanan tasarıda Adalet Bakanlığı’nın değişiklikler için sunduğu gerekçeler, bu tehlikeli adımı haklı kılacak hiç bir temel oluşturmaya yetmiyor.
Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’nın, ancak yakın geçmişte ulaşılabilen bu derece ciddi önlemleri, güvenlik güçlerinin gözaltındakilerin bir avukatla görüşmelerine izin verilmesinin bir şekilde terörle mücadeleyi tehlikeye düşüreceği yolundaki mesnetsiz iddialarına dayanarak yok etmelerine izin verilmemeli.
Terörle Mücadele Yasası’ndaki Bazı Maddelerin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanun tasarısının mevcut haliyle kabul edilmemesini ve Adalet Bakanlığı’nın özellikle 6. maddedeki propaganda ile ilgili maddeler ile 9. maddedeki gözaltındakilerin yakınlarını haberdar etme ve avukata erişme haklarını sınırlayan düzenlemeleri geri çekmesini sağlamanızı öneriyoruz.
İnsan Hakları İzleme Örgütü bu mektupta dile getirilen, milli birlik, ülkenin bütünlüğü ve terörle mücadele gibi adlar altında meşrulaştırılmaya çalışılan ve devlet yapısı ve medya içindeki yaygın güç odakları ağı ile desteklenen bu politika, uygulama ve suistimallere meydan okumanın hükümetiniz için ne derece zor olduğunun farkındadır. Ancak, hükümetinizin bu konularda göstereceği mütereddit bir tutum, gerçekleştirilmiş olan önemli insan hakları gelişmelerini tehlikeye atabilir.
Bu nedenle kamuoyu önünde sizin ve partinizin, geçtiğimiz yıllarda yapılan reformlara olan bağlılığınızı onaylayan ve programın odağında yer alan haklar ve özgürlüklerin nasıl Türk vatandaşlarının yararına olduğunu resmeden geniş bir konuşma yapmanızın zamanı olduğuna inanıyoruz. Hükümetinizin ilerlemesine yardımcı olduğu reform süreci kritik bir yol ayrımındadır. İnsan haklarının korunması alanında yeni ilerlemeler kaydedilmesi ya da 1980'li ve 1990'lı yıllardaki yaygın ve sistematik ihlallere dönülmesi, büyük ölçüde sizin liderliğinize bağlıdır.
Saygılarımla,
Holly Cartner
İnsan Hakları İzleme Örgütü
Avrupa ve Orta Amerika Bölümü
Müdürü
Dağıtım:
Büyükelçi Nabi Şensoy, Washington T.C. Büyükelçisi
Bay Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı, Dışişleri ve İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı
Bay Cemil Çiçek, Adalet Bakanı,
Bay Abdülkadir Aksu, İçişleri Bakanı
Bay Mustafa Taşkesen, Başbakanlık, İnsan Hakları Başkanlığı
İşkencenin Önlenmesi Komitesi
Bay Martin Harvey, Avrupa Komisyonu, Türkiye Birimi Başkanı
Büyükelçi Hansjörg Kretschmer, AB Ankara temsilcisi
Bayan Aslıgül Üğdül, AB Genel Sekreterliği, Siyasi İşler Müdürü