En son resmi verilere göre, Türkiye’de yaklaşık on kadından dördü yaşamı boyunca en az bir kez fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalıyor. Her yıl yüzlerce kadın, bazı vakalarda şiddet faili partnerlerini yetkili makamlara bildirmiş olmalarına rağmen, kocaları, eski kocaları veya partnerleri tarafından öldürülüyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından yayınlanan “Türkiye’de Kadına Yönelik ve Aile İçi Şiddetle Mücadele: Korumadaki Zaafların Ölümcül Sonuçları” başlıklı yeni bir rapora göre, yetkililer tedbir kararlarına uyulmasını, tedbir kararlarını ihlal eden şiddet faillerinin cezalandırılmasını ve bunların kovuşturulmasını sağlayabilseler, bu ölümlerden bazıları engellenebilirdi. Birgit Schwarz, Avrupa ve Orta Asya Direktör Yardımcısı Emma Sinclair-Webb ile Türkiye devletinin aile içi şiddete karşı etkili koruma sağlayamamasını ve bunun mağdurlar açısından ne anlam ifade ettiğini konuşuyor.
Türkiye’de aile içi şiddet ne kadar büyük bir sorun?
Hükümet tarafından yaptırılmış en yakın tarihli araştırmaya göre, Türkiye’de kadınların yaklaşık yüzde 40’ı yaşamları boyunca en az bir kez fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalıyor. Ayrıca çok yüksek sayıda ısrarlı takip vakası da bulunuyor. Ancak veriler genellikle yeterli bir şekilde toplanamıyor, dolayısıyla sorunun günümüzde ulaştığı gerçek boyutlarına ilişkin kesin rakamlar vermek maalesef mümkün değil. Kadın hakları grupları ve bağımsız medya kuruluşları her yıl yüzlerce kadın cinayetini kayda geçiriyor. Çoğu aile içi şiddet vakası ancak kadın polise gidip, resmen şikayette bulunduğunda ya da kadın boşanma davası açtığında gün yüzüne çıkıyor. Şiddet de tam o noktada patlıyor, zaten.
Türkiye’de cinsiyet ayırımcılığına dayanan şiddet neden bu kadar büyük bir sorun?
Hükümetin aile içi şiddetle mücadeleye yaklaşımı, ataerkil, muhafazakar bir çerçevede şekilleniyor. Yetkililer kadınları savunmasız ve kırılgan varlıklar olarak görüyor ve onları korumanın ve aile kurumunu desteklemenin milli bir görev olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nın toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı olduğu kayıtlara geçmiş durumda ve toplumsal cinsiyet eşitliğine hükümet politikalarında yer verilmiyor. Dolayısıyla bir yandan hükümetin kadına yönelik şiddetle mücadele etmek için belli bir çaba gösterdiğini görüyoruz, bir yandan da aile içi şiddetle mücadeleyi kadın haklarını destekleme ve cinsiyet eşitliğini sağlama çabalarının içkin bir parçası olarak görmediği için, hükümet kendi çabalarının altını, yine kendi oyuyor.
Ülkenin aile içi şiddetle mücadeleyi amaçlayan ve Türkiye’de imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Avrupa Konseyi sözleşmesinden 2021 yılında çekilmesi de bu sorunun altını çiziyor. Aile içi şiddetin temel nedenlerini ele almak için kamusal alanda cinsiyet eşitliğine bağlılık gösteren bir politik irade gerekir. Sözleşmeden çekilmek, toplumsal cinsiyet eşitliği ve cinsiyet ayırımcılığı ile mücadele konusundaki uluslararası hukuk normlarını reddetmek demektir. Ayrıca Türkiye, ekonomik olarak nispeten gelişmiş ülkelerden müteşekkil Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ülkeleri arasında, kadınların iş gücüne katılımının en düşük olduğu ülkedir. Ekonomik bağımlılık, kadınların şiddet gördükleri ilişkilerden ayrılmasını daha da güçleştiriyor.
Aile içi şiddet mağdurları için ne tür koruma mekanizmaları mevcut?
Türkiye’de yürürlükte olan şiddet yasasına (6284) göre, şiddet gören kadınlar polise veya mahkemelere başvurarak şiddet faillerinin mağdurlara yaklaşmalarını ve onlarla iletişim kurmalarını engellemeyi amaçlayan ‘uzaklaştırma’ gibi önleyici tedbir kararları aldırabilirler. Mağdurlar, ayrıca, kendilerine bir sığınma evinde barınma olanağı veya maddi yardım gibi başka imkanlar sunan ‘koruyucu tedbir kararları’ alınması için de başvurabilirler. Ayrıca ısrarlı takibi altı ay ile iki yıl arasında hapis ile cezalandırılan bir suç olarak tanımlayan yeni bir yasa değişikliği da kısa bir zaman önce meclisten geçti.
Ne var ki, mahkemelerin verdiği önleyici ve koruyucu tedbir kararlarının sayıları her geçen gün artsa da, bu kararların uygulanması ve şiddet faillerinin kovuşturulması konusunda çok büyük bir sorun var. Araştırmamızda, mahkemelerin tedbir kararlarını çok kısa süreli verdiklerini ve tedbir kararı ihlallerinin de zorlayıcı hapisle cezalandırılmadığını gördük. Aile içi şiddet vakalarının kovuşturulması söz konusu olduğunda ise failin mağdura müdahale ettiğine ilişkin kanıtların bulunduğu vakalarda dahi, mahkemeler failler hakkında tutuklama kararı vermeme eğilimindeler. Sonra bakıyoruz, aylar geçmiş ve mahkeme bir para cezasına hükmetmiş, ya da hapis cezası vermiş ama onu da beş yıl içinde yeni bir suç işlenmemesi şartıyla cezayı askıya almış ve uygulamamış. Ayrıca yetkililer etkili risk değerlendirmeleri yapmadıkları gibi, tedbir kararlarına uyulmasını da sağlamıyorlar. Bu da, aile içi şiddet mağdurlarını, şiddet gördüklerini bildirdirdikleri durumlarda dahi risk altında bırakıyor.
Bu şiddet gören kadınlar açısından ne anlama geliyor?
Devlet kadınları koruyamadığında, hayat bir işkenceye dönüşüyor. İncelediğimiz vakalardan altısında, kadınları öldürenler, daha önce şiddet gördükleri failler. Kadınların hepsi de resmi makamlara daha önce şikayette bulunmuşlar. Yetkililer cinayetten evvel yaşanmış şiddet ve taciz örgüsüne bakmış olsalardı, bu cinayetler belki de engellenebilirdi. Ne yazık ki çok sayıda aile içi şiddet vakası, iş işten geçtikten sonra gün yüzüne çıkıyor. İçişleri Bakanlığı’nın yakın tarihte bir meclis komisyonuna açıkladığı rakamlara göre, 2021 yılında öldürülen 307 kadından 38’i, öldürülmeden evvel şiddet failine karşı önleyici tedbir kararı aldırmış.
Belgelendirdiğiniz vakalardan bir kaçını paylaşır mısınız?
Pelda Karaduman, 12 yaşındayken kuzeni tarafından kaçırılmış. Daha kendisi çocukken, iki çocuk doğurmuş, 18 yaşında yine kuzeni tarafından vurularak öldürülmüş. Yetkililerin onu ailesine geri vermek ve faili kovuşturmak için kaçırdıkları çok fırsat var. Çocuklarını doğurduğu sırada reşit değilmiş nihayetinde. Ve uzun geçmişi olan bir şiddet ve taciz öyküsü var. Ama bu adımların hiç biri atılmamış.
Bir de Ayşe Tuba Arslan vakası var, Türkiye’de gazete manşetlerine çıktı. Ayşe kocasının şiddet içeren davranışlarından 23 defa şikayetçi olmuş. Kocasını boşamış. Adam da onu öldürmüş. Adama, Ayşe’nin ölümünden sadece üç hafta önce, karısını ‘vurarak öldürmekle’ tehdit suçundan açılan davada ceza verilmiş, ancak bu ceza, bir daha suç işlememesi koşuluyla askıya alınarak uygulanmamış. Yetkililer çok daha uyanık olmalıydı.
Kadın cinayetlerini önleyemeyen bu yetkililerden hesap soruldu mu?
Yetkililer kadın cinayetlerinin kovuşturulması konusunda belli bir gelişme gösterdiler ve artık partnerlerini öldüren erkeklere müebbet hapis cezası verilmesi sıradanlaştı, ancak örneğin Pelda Karaduman vakasında tek bir devlet görevlisi, hakim, savcı hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı veya onu koruyamadıkları için herhangi bir disiplin cezası görmediler. Ayşe Tuba Arslan davasında devlet görevlilerinin ihmaline yönelik olarak açılan soruşturmada, takipsizlik kararı verildi. Ayşe’nin ailesinin, kızlarını koruyamadığı için Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına açtığı tazminat davası ise reddedildi. Karar halen temyiz aşamasında.
Hakimler, polisler ve diğer devlet görevlileri, kadınların yaşamlarını yitirmesinde kendi davranışlarının da pay sahibi olduğunu anlamadıkları sürece, aile içi şiddet mağdurlarının doğru düzgün korunması mümkün değil.
Koruma mekanizmalarının etkili olduğu vakalarla da karşılaştınız mı hiç?
Mahkeme kararları etkili olabilir. Araştırmamızda, kararlı bir avukatın takibinin ve bu avukatın şiddet faillerinin kovuşturulması konusunda ısrarlı olmasının kilit önemde olduğunu gördük. Aynı şekilde, uzun yıllardan beri kadınların kanuni haklarını kazanmalarına vesile olan kadın hakları örgütlerinin oynadığı rol de çok önemli. Yetkililerin asıl yapması gereken bu avukatlara ve örgütlere danışmak, onlarla birlikte çalışmak. Oysa bu örgütler ya görmezden geliniyorlarlar, ya da saldırı altındalar. Öyle ki yetkililer yüksek sesli kampanyalar yürüten Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu hakkında, “hukuka ve ahlaka aykırılık” gerekçesiyle kapatma davası bile açtılar.
Şiddete uğrayan kadınlar, resmi kanallardan sonuç alamayınca, hangi çarelere başvuruyorlar?
Son zamanlarda gördüğümüz en çarpıcı şeylerden biri kadınların veya avukatlarının resmi makamların harekete geçmediği durumlarda sosyal medyaya başvurmaları. Bu oldukça etkili oluyor ki, etkili olması iyi bir şey. Ancak yetkilileri harekete geçirmek için, kamusal alanda bu türden ifşaların gerekli olması da endişe verici.
Türkiye hükümetinin kadınları daha iyi korumak yapabileceği şeyler nelerdir?
Türkiyeli yetkililer kararlı adımlar atıyor gibi bir görüntü vermeye büyük önem veriyorlar, verilen önleyici ve koruyucu tedbir kararlarının sayılarındaki artışın nedeni bu. Ancak yetkililerin bu tedbir kararlarının işe yarayıp yaramadığını, yarıyorsa nasıl yaradığını da incelemesi gerekiyor. Devlet kurumlarının kendi performanslarını izlemek ve attıkları adımları daha iyi koordine etmek için yapmaları gereken çok şey var. Kararların uygulanmasında görülen zaafların neden bu kadar yerleşik olduğunu anlamak için daha çok ve daha tutarlı veriler toplanmalı. Polisler ve mahkemeler riskleri değerlendirme ve uyarıcı işaretleri farketme konusunda kendilerini geliştirmeli. Ve tedbir kararı ihlalleri daha kararlı bir şekilde cezalandırılmalı. Son olarak, tekrarlayan şiddet vakalarında dahi kadın cinayetlerini önleyemeyen yetkililer hakkında soruşturma açılmalı ve sorumlulardan hesap sorulmalıdır.