Türkiye'deki insan hakları manzarası 2015 yılında Kürt barış sürecinin çökmesi, güneydoğuda şiddetin hızla artması ve medyaya yönelik kısıtlamalar ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) siyasi muhaliflerine yönelik olarak gerçekleştirdiği operasyonlarla kötüleşti.
2015 yılında iki genel seçim yapıldı. 7 Haziran'daki seçimlerde AKP genel çoğunluğunu kaybederek %41'de kalırken, Halkların Demokratik Partisi (HDP) meclise girebilmek için gereken %10 barajını ilk defa aşarak %13 oy aldı. Dört ana siyasi parti arasında bir koalisyon hükümeti kurulamadığı için 1 Kasım'da yenilenen genel seçimde AKP %49 oyla kazanan parti oldu. Kasım seçimleri öncesindeki döneme şiddet eylemleri damga vurdu. Bu eylemlerden biri de 10 Ekim günü Ankara’da, IŞİD olarak da bilinen silahlı aşırılıkçı grup İslam Devleti'yle bağlantılı kişilerce gerçekleştirilen çifte canlı bomba saldırısıydı. 102 kişinin ölümüne yol açan bu saldırı Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmüş en korkunç tekil eylemdi.
Türkiye ağırlıkla Suriye'den, bunun yanı sıra Afganistan, Irak ve diğer ülkelerden çok sayıda mülteci, sığınmacı ve göçmene ev sahipliği yapmayı sürdürdü. Suriye'den gelen kişi sayısı 2015 yılında artarak toplam 2,2 milyona ulaştı. Mülteci, sığınmacı ve göçmenlerin durumu -eğitim ve istihdamla ilgili konular dahil olmak üzere- yaşadıkları koşullar ve haklarının korunması açısından değerlendirildiğinde, en iyimser ifadeyle eşitsiz olarak tanımlanabilir.
Türkiye 2015 yılında sığınmacı ve göçmenlerin Avrupa Birliği'ne geçişteki ana transit rotasıydı ve bu durum Brüksel'i Kasım ayında Ankara'yla bir göç planı anlaşması yapmaya sevk etti. Türkiye'de Suriyeliler ve diğer sığınmacı ve göçmenler için etkin bir korumanın olmaması, Türkiye'nin Suriye sınırında uyguladığı mevcut kısıtlamalar ve polisin kötü muamelesine dair karnesi, bu anlaşmanın insanların sığınmaya erişimini engelleyeceği, onları Suriye'de kapana kıstıracağı ve AB'ye gitmeye çalışan sığınmacıların gözaltına alınmalarına yol açacağı yönünde endişelere yol açtı.
Suriye'de devam eden savaşın etkisi Türkiye'nin iç politikası üzerinde de giderek arttı. AKP alenen Esad hükümetinin düşürülmesi ve Suriye'nin kuzeyinde bir “güvenli bölge” oluşturularak Suriyeli mültecilerin burada tutulması gerektiğini savundu. Mülteci ve hak savunucuları, güvenli bölge önerisine Suriyelilerin fiilen ülkeleri dışında korumaya erişim şansları kalmayacağı veya silahlı kuvvetler için kolay hedef olmadan Suriye'ye geri dönemeyecekleri endişesiyle şiddetle itiraz ettiler. Türkiye'nin Suriye politikasındaki en dikkate değer değişiklik ise Temmuz'da Suruç'ta meydana gelen bombalı saldırı sonrasında, Ankara'nın ABD ile IŞİD'e karşı oluşturulan koalisyonun yürüteceği hava saldırıları için hava üslerinden birini açması ve bu hava saldırılarında sınırlı da olsa bir rol üstlenmesi konularında anlaşmaya varmasıyla ortaya çıktı.
Güneydoğuda Yeniden Başlayan Şiddet
Hükümetin, silahlı Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) hapisteki lideri Abdullah Öcalan'la başlattığı barış sürecinin 2015'te çökmesi yılın ikinci yarısında şiddet saldırılarında, silahlı çatışmalarda ve insan hakları ihlallerinde artışı da beraberinde getirdi. Bu süreçte meydana gelen ihlaller arasında yaşam hakkı ihlali, barışçıl protestocuların ve aktivistlerin terör suçlarından tutuklanması ve gözaltındakilere kötü muamele edilmesi sayılabilir.
İki seçim öncesinde de HDP bürolarına yönelik yüzlerce saldırı gerçekleştirilirken Haziran seçimleri öncesinde partinin iki ofisi bombalandı. 5 Haziran'da HDP'nin Diyarbakır'daki seçim mitingi sırasında meydana gelen bombalı saldırıda dört kişi öldü. Diyarbakır'da gerçekleşen bombalı saldırıyla ilgili olarak eski bir IŞİD savaşçısı hakkında açılan soruşturma devam ediyor.
Şiddet eylemlerindeki en ciddi artış Haziran genel seçimlerinden sonra yaşandı. Hükümet, Kobani'nin yeniden inşa çalışmalarına katılmak için Suruç'a giden 32 gencin ve aktivistin ölümüne yol açan 20 Temmuz'daki canlı bomba saldırısından IŞİD'i sorumlu tuttu. PKK ise bombalı saldırıdan hükümeti sorumlu tuttu; Ceylanpınar'da iki polis memuru PKK'yle bağlantılı yerel birimler tarafından öldürüldü. Türk Hava Kuvvetleri cevaben Irak'ın kuzeyindeki ve daha sonra da Türkiye sınırları içindeki PKK kamplarını defalarca bombaladı. PKK buna polis ve askeri konvoyları hedef alan bir dizi öldürücü saldırıyla karşılık verdi.
Eylül başlarında Türkiye güvenlik güçleri, Cizre’nin üç mahallesini giriş-çıkışa kapattığı belirtilen PKK’nin gençlik kanadına karşı askeri operasyon gerçekleştirmek için 8 günlük kapsamlı bir sokağa çıkma yasağı ilan etti. Hükümet operasyon esnasında 40-42 civarında militanın öldürüldüğünü duyurdu; Diyarbakır Barosu da 16'sı ateşli silah yaralanmasıyla olmak üzere 21 sivilin öldüğünü bildirdi. Raporun yazıldığı sırada yetkili makamların ölümlerin hangi koşullarda meydana geldiğine dair bilgiyi henüz kamuoyuyla paylaşmamış olmaları, güvenlik güçlerince gerçekleştirildiği iddia edilen ihlallerle ilgili etkin soruşturma yürütülmesi ve suçluların hesap vermesinin sağlanması konusundaki isteksizliklerinin devam ettiğine dair endişeleri arttırıyor. PKK'nin gençlik kanadının sokakları giriş çıkışa kapattığı mahallelerin bulunduğu Silvan, Nusaybin ve Diyarbakır'ın Sur Mahallesi gibi ilçelerde uygulamaya konan sokağa çıkma yasakları ve askeri operasyonlar sırasında medya ve insan hakları kuruluşları düzenli olarak sivillerin öldürüldüğü bilgisini geçti. Gözaltında kötü muamele yapıldığına ilişkin inandırıcı nitelikteli bilgiler de artı.
28 Kasım günü insan hakları avukatı ve Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi Diyarbakır'da vurularak öldürüldü. Raporun yazımı esnasında Elçi'nin hangi koşullar altında öldürüldüğüne ilişkin soruşturma sürmekteydi; olay, iki polisi öldürdükten sonra kaçmaya çalışan ve PKK'nin gençlik kanadından oldukları belirtilen kişilere başka bir grup polis tarafından ateş açılması esnasında meydana geldi.
Temmuz ayından itibaren yetkililerin, aralarında belediye başkanlarının da olduğu yüzlerce Kürt siyasi parti yetkilisi ve aktiviste karşı başlattıkları yeni bir soruşturma dalgası ile birçok kişi terör suçuyla tutuklandı. Bazı vakalarda şiddet içermeyen siyasi bağlantılara sahip olmak ve barışçıl protesto gösterilerine veya basın toplantılarına katılmak bile suçlayıcı kanıt olarak sunuldu.
1990’lı yıllarda binlerce Kürt'ün güvenlik güçlerince öldürülmesi ve zorla kayıp edilmesine karşın yalnızca bir avuç askeri personel yargılanmıştı; 2015'te görülen dört davada yargılanan askeri personel beraat etti ve sanıklardan hiçbiri hakkında mahkumiyet kararı verilmedi. Türkiye'de halen yürürlükte olan kanundışı öldürmelerin kovuşturulmasındaki 20 yıllık zamanaşımı, adalet önünde önemli bir engel oluşturmaya devam ediyor.
İfade, Örgütlenme ve Toplanma Özgürlüğü
Hükümet öncülüğünde getirilen basın ve ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar ile iki genel seçim öncesinde siyasi muhalefeti karalama ve hükümet politikalarının mercek altına alınmasını engelleme çabaları artarak sürdürüldü.
Mayıs ayında İstanbul başsavcılığı Cumhuriyet gazetesi hakkında, Suriye'ye gitmek üzere olduğu iddia edilen silah yüklü kamyonları gösteren videoyu ve haberi yayınladığı için terör ve casusluk suçlarından soruşturma başlattı. Akabinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan gazeteyi şiddetle kınayan açıklamalar yaptı ve savcılığa ayrı bir şikayette bulundu. Kasım ayında gazetenin genel yayın yönetmeni Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül tutuklandılar.
Ekim ayında polis İpek Medya Grubu'na, gruba ait TV kanalları ve gazeteleri de kapsayan baskın düzenledi. Baskın, hükümetin, medya grubunun ana kuruluşu olan Koza İpek Holding'e kayyum atamasından iki gün sonra gerçekleştirildi. Mevcut personelin işten çıkartılması ve yerlerine yeni yazı işleri ve yayın müdürlerinin atanmasının ardından söz konusu TV kanalları ve gazeteler hükümet yanlısı yayın organlarına dönüştüler. Koza İpek Grubu’nun ABD'de yaşayan – Türkiye'deki takipçileri eşi görülmedik bir baskıya maruz kalan bir dini hareketin lideri olan- Fethullah Gülen'in destekçisi olduğunu iddia eden hükümet, şirketin malvarlığına fiilen el koydu. Hükümet, Gülen hareketine desteğiyle bilinen Samanyolu Yayın Grubu'na karşı da benzer bir hamlede bulunarak grubun TV kanallarının devlete ait Türksat uydu yayın dağıtım platformundan yayınını sona erdirmişti.
Rapor yayına hazırlanırken “Fethullah Gülen Terör Örgütü” olduğu iddia edilen grubun mensubu oldukları gerekçesiyle gazetecilerin, hakimlerin, savcıların ve polislerin yargılanmasına devam ediliyordu. Oysa, bugüne dek Gülen hareketinin şiddet eylemlerine veya makul şekilde terörizm olarak tanımlanabilecek diğer eylem biçimlerine karıştığına dair herhangi bir kanıt mevcut değil.
Kasım ayında haftalık haber dergisi Nokta'nın genel yayın yönetmeni Cevheri Güven ile sorumlu müdürü Murat Çapan, Erdoğan'la ilgili hicivli bir karikatür ve haber yüzünden “hükümete karşı halkı silahlı isyana teşvik” suçlamasıyla tutuklandılar. Derginin söz konusu sayısı mahkeme kararıyla toplatıldı. Nokta'nın Eylül ayındaki bir sayısının kapağı sebebiyle de sorumlu müdür hakkında cumhurbaşkanına hakaret ve terör propagandası yapmak suçlarından açılmış ayrı bir soruşturma bulunuyor.
Eylül ayında Hürriyet gazetesi ve sahibi Doğan Medya Grubu, Erdoğan'ın gazeteyi, bir televizyon kanalına verdiği röportajdaki sözlerini çarpıtmakla suçlamasından saatler sonra, aralarında bir AKP milletvekilinin de bulunduğu kalabalık bir kitlenin saldırısına uğradı. Bir hafta sonra İstanbul'da bir savcı, Doğan Medya’nın yayın organlarında yer alan haberlerle ilgili bir soruşturma başlattı. 30 Eylül'de Hürriyet gazetesinin önde gelen yazarlarından biri olan Ahmet Hakan arabasını takip eden dört kişinin saldırısına uğrayarak darp edildi. Olayın ardından gözaltına alınan yedi kişiden biri tutuklanırken altısı serbest bırakıldı.
2015 yılında gazeteciler eleştirel haber ve yorum yaptıkları için ve yazdıkları twitler yüzünden ana akım basın organlarındaki işlerinden çıkartılmaya devam ettiler. Cumhurbaşkanı ve politikacılar hakkında sosyal medyada yorum yazan sıradan vatandaşlar da hakaret davaları ve mahkumiyetlerle karşı karşıya kaldılar. 2015 yılında yeni bir eğilim olarak mahkemelerin, sosyal medya yoluyla veya gösteriler sırasında Erdoğan'a hakaret ettiği iddiasıyla haklarında kovuşturma açılan birçok kişinin tutuklu yargılanmalarına karar verdikleri görüldü.
2015 yılında üç yabancı gazeteci güneydoğuda haber yapmak için yürüttükleri faaliyetlerden dolayı sınırdışı edilirken, aynı ekibin Mohammed Rasool adlı dördüncü üyesi, raporun yazımı sırasında hakkında yürütülen terör soruşturmasından dolayı halen tutuklu bulunuyordu.
2015'in ilk altı ayında Twitter'a hesapların engellenmesi ve twitlerin kaldırılmasına yönelik dünyanın dört bir yanından yapılan taleplerin dörtte üçü Türkiye makamları tarafından yapıldı. Mart ayında Meclis'te kabul edilen kanun, bakanlara İletişim Başkanlığı'ndan (TİB) internet ortamında yayınlanan bir içeriğin “can ve mal güvenliğinin, milli güvenliğin, kamu düzeninin korunması [veya] suç işlenmesinin önlenmesi ve genel sağlığın korunması” için dört saat içinde çıkarılması veya erişime engellenmesini isteme hakkı veriyor. Bu kararın 48 saat içinde bir mahkeme tarafından onaylanması gerekiyor.
Yetkili makamlar sıklıkla toplumsal toplanmalara keyfi yasaklar getiriyor ve barışçıl gösterileri şiddet kullanarak, bazı durumlarda ise Mart ayında yürürlüğe giren yeni bir iç güvenlik yasasının verdiği yetkilere dayanarak dağıtıyorlar. Haziran 2015'te, İstanbul Valiliği karşıt gösteriler yapılabileceğine dair çok net olmayan kaygıları gerekçe göstererek tarihinde ilk kez geleneksel İstanbul Onur Yürüyüşü’nü yasakladı. Polis barışçıl biçimde toplanan grupları biber gazı ve tazyikli suyla dağıttı.
Ender görülen olumlu bir gelişme, Nisan ayında Taksim Dayanışma üyesi beş kişinin de aralarında bulunduğu 26 kişinin, haklarındaki 2013 yılındaki Gezi Parkı protestolarıyla bağlantılı suçlardan beraat etmeleri oldu. Bu grup suç örgütü kurmak, halkı kanuna aykırı gösterilere katılmaya kışkırtmak ve katılmak ve dağılma ihtarlarına uymamakla suçlanıyordu. Mahkeme, gerekçeli kararında Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nden doğan barışçıl toplanma hakkını koruma yükümlüğüne ayrıntılı olarak yer verdi.
Yargı Bağımsızlığı
Türkiye'nin adalet sisteminde uzun süredir var olan kusurlar arasında yargı bağımsızlığına yönelik tehditler, güvenlik güçleri ve diğer devlet aktörlerinin gerçekleştirdiği ihlallerin etkin biçimde soruşturulmaması, kovuşturmaların aşırı uzun sürmesi ve siyasi saikle yapılan kovuşturmalar sayılabilir.
AKP hükümeti 2015'te de polis ve yargıyı Gülen hareketinin destekçisi olduğu iddia edilen kişilerden temizleme çabasını sürdürdü. 2015 yılı boyunca, Gülen hareketiyle bağlantılı olduğu düşünülen hakim, savcı ve polis memurları hapsedilerek hükümete darbe girişimi ve terör örgütü üyeliğiyle suçlandılar. Raporun yazımı esnasında, söz konusu hakim ve savcılara karşı gösterilen gerekçeler herhangi bir suç fiiliyle ilgili olmaktan ziyade, bu kişilerin mesleki görevlerini icra ederken verdikleri kararlardı.
Mülteci ve Göçmenler
Ekim 2015 itibariyle, resmi rakamlara göre Türkiye'de 250,000'i kamplarda olmak üzere toplam 2.2 milyon Suriyeli mülteci bulunuyordu. Ayrıca başta Afganistan ve Irak'tan olmak üzere diğer ülkelerden gelen mülteci ve sığınmacı sayısı da 80,000'den fazlaydı.
Her ne kadar Türkiye cömertçe çok sayıda Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapsa da hükümet, Suriyelilerin mülteci statüsünü tanımak yerine sadece geçici koruma sağlıyor. Diğer ülkelerden gelen sığınmacılara ise bu bile sağlanmıyor.
Türkiye'de “geçici koruma” statüsünde olan tüm ilk ve orta öğrenim yaşındaki Suriyeli çocuklar devlet okullarına gitme hakkına sahipler, ancak raporun yazımı sırasında Türkiye'deki tüm Suriyeli öğrencilerin üçte ikisinden fazlasını oluşturan 400,00'i aşkın çocuk herhangi bir eğitim almıyordu. Çocuk işçi sorunu, Suriyeli mülteci nüfus arasında olduğu kadar Türkiye'deki diğer mülteci gruplar arasında da çok yaygın. Suriye'den ve diğer ülkelerden gelen sığınmacı ve mültecilerin yasal olarak çalışmalarına ise izin verilmiyor.
Sayıları giderek artan mülteci, sığınmacı ve göçmenler 2015 yılında da Avrupa Birliği'ne gitmek için ana geçiş yolu haline gelen deniz yoluyla Türkiye'den Yunan adalarına geçmeye çalıştı. Bu durum Brüksel'i Kasım ayında Ankara'yla bir göç eylem planı anlaşması yapmaya sevk etti. Yapılan plana göre Türkiye AB'ye göç akınını engelleyecek, karşılığında da 3 milyar Avro alacak, yurttaşları için birçok AB ülkesine vizesiz seyahat kolaylığı elde edecek ve AB'ye üyelik için görüşmeler yeniden başlayacak.
Bu rapor yazıldığı esnada Türkiye'den Yunanistan'a geçmeye çalışırken hayatını kaybedenlerin sayısı 627'yi aşmıştı. Üç yaşındaki Suriyeli Kürt Aylan Kurdi'nin ölümü, yaşanan krize uluslararası düzeyde dikkat çekti. Fakat o günden bu yana 100'den fazla çocuğun denizi geçmeye çalışırken ölmesi, AB'ye geçiş için güvenli ve yasal bir rota olmadığı gerçeğinin altını bir kez daha çiziyor.
Eylül'de Türkiye yetkili makamları, binlerce sığınmacının kara sınırından Yunanistan'a geçmesini önledi. Bu rapor yayına hazırlanırken Türkiye neredeyse tüm sınırlarını Suriyeli sığınmacılara kapatmıştı ve sınırlarını geçmeye çalışırken yakaladığı Suriyelileri de kısa yoldan geri itiyordu.
Kadın Hakları
Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesini onaylamasına rağmen Türkiye’de, kadına yönelik şiddet önemli bir endişe konusu olmayı sürdürüyor. Şubat ayında Mersin'de Özgecan Aslan'ın tecavüz teşebbüsüne maruz kalarak öldürülmesi kitlesel gösterilerle protesto edildi. Gösterilerde hükümetten, eşler tarafından işlenenler dahil olmak üzere, kadın cinayetlerinin sona erdirilmesi için harekete geçmesi talep edildi.
Temel Uluslararası Aktörler
AB, AB üyesi ülkeler, Avrupa Konseyi ve ABD, Türkiye'de basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığıyla ilgili ciddi kaygılarını dile getirirlerken, Suriye'deki savaştan kaçan yaklaşık 2 milyon mülteciye ev sahipliği yaptığı için de takdirlerini ifade ettiler.
Avrupa Komisyonu'nun önemli bir yıllık rapor olan Türkiye'nin insan hakları ilerleme raporunun açıklanmasını Kasım seçimlerinden sonraya erteleme kararı ve bunun yanı sıra, göç eylem planı üzerinde anlaşmaya varılan AB-Türkiye Zirvesi’nden sonra yapılan açıklamada insan haklarına atıfta bulunulmaması ve Komisyon Başkanı Juncker'in AB'nin Türkiye'nin insan hakları karnesini diline pelesenk etmemesi gerektiğine dair yorumları, AB-Türkiye göç işbirliğinin bedelinin AB'nin Türkiye'nin haklarla ilgili sicili üzerinde güçlü bir baskı yapmaması olabileceğine dair kaygılara yol açtı.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Mart ayında, Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bir dizi kararına uyarak Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nda değişiklik yapmaya teşvik etti. Değişikliklerin barışçıl toplanma hakkı üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması ve polisin aşırı güç kullanmasının, “üst düzey kolluk görevlileri dahil herkes için hesap verebilirliğin sağlanması için” etkin biçimde soruşturulmasının sağlanması konularını ele alması gerektiği ifade edildi.
Türkiye Ocak 2015’te İnsan Hakları Konseyi Evrensel Periyodik Değerlendirmesi sırasında tam bağımsız bir ulusal insan hakları kurumu kurulması yönündeki önerileri kabul ederken, azınlıkların korunmasına ilişkin hukuki çerçevesini iyileştirmesi konusundaki tavsiyeleri ise reddetti.
Yargısız, keyfi ve kısa yoldan infazlara ilişkin BM özel raportörünün Türkiye'ye 2012 yılında yaptığı ziyaret sırasında bulunduğu tavsiyelerle ilgili Mayıs 2015'te yazdığı izleme raporunda, Türkiye'nin yeni kabul ettiği iç güvenlik yasasında polisin ateşli silah kullanma yetkisini genişletmesini, “Özel Raportör'ün tavsiyesine tamamen aykırı” olduğunu kaydederek eleştirdi ve Türkiye'nin 2011 yılında Uludere yakınındaki Türkiye sınırında 34 erkek ve oğlan çocuğunu öldüren hava bombardımanından sorumlu olan askeri personeli yargılamamasından duyduğu kaygıyı dile getirdi.